CELÂL SILAY, ÖLÜM VE ÖTESİ

7 Eylül 1974 günü yitirdik Celâl Sılay'ı, o gürül gürül yaşam dolu, sesi, gülüşü, kahkahası dünyayı tutan, şiir yazıp şiir yaşayan, doğru yanlış düşüncelerini hiç çekinmeden, hatır gönül saymadan pattadak söyleyen, kendi deyimiyle, daha o toyluk dönemindeki "büyük lâf eden, gürültü yapan, muhataplarını ezen" hoyrat insandan, daha bir yerine oturmuş, daha bir durulmuş, daha kaygılı, duygulu, iyiye güzele doğruya daha saygılı bir insan çıkarmayı başaran şair Celâl Sılay'ı.

Yapayalnız oturduğu, gelgeç duygusal ilişkileri dışında, eşe dosta, ahbaba, arkadaşa kapısı kapalı evinde ölü olarak bulunmuş. Tek başına yakalamış ölüm onu, o hoyrat dış görünüşü, zaman zaman insanı kendinden uzaklaştıran kırıcılığı altında, incenin incesi, duygulu bir yürek taşıyan adamı.

Ölüm, o karanlıklar dünyasının ejderhası, kimi yakalamamış, yakalamıyor, yakalamayacak tek başına? Ne diyor Tarancı "Otuzbeş Yaş Şiiri"nde:

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudum uyanmadım olacak,
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında?

Celâl Sılay'ı ölüm elli yaşında yakaladı. Hem de, yapayalnız, kimseciklerden medet ummadan, bir an için olsun, onu dünyamıza çekecek, o korkulu, yaşlı bir çift gözün, bir insan gözünün dostça çaresizliğine bile sığınamadan. Kimseciklerin haberi olmadan, saatlerce kalmış dört duvar arasında, tıpkı Yunus Emre'nin kendine yakıştırdığı şu ölüm yazgısına uygun olarak:

Bir garip öldü diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk suyla yuyalar
Şöyle garip bencileyin.

Ölüm, Celâl Sılay'ı yapayalnız yakalamış diye hayıflanıyoruz. Ne var ki, istesek de istemesek de, insanlar tek başına ölüyorlar. Şolohov'un Vatan İçin Öldüler adlı romanının sayılı kişilerinden Nikola, ölüm korkusu içinde bunalımlar geçiren cephe arkadaşını şu sözlerle avutmaya çalışıyor: "... İnsan başka insanlarla yan yana, omuz omuza dövüşür ama, yalnız ölür. Her insanın sadece kendisine ait, paylaşılmaz bir ölümü vardır. Ölüm şahsa mahsus eşya gibidir, daha doğrusu, hani o üzerinde kırmızı boyayla adlarımızın yazılı olduğu beylik torbalar gibi."

Arthur Koestler de şöyle diyor: "Ölmek, kişiyi aşan bir ülkü uğruna olsa bile, her zaman kişisel ve özel bir sorundur." Öylesine kişisel ve özel bir sorun ki, şair Eray Canberk'in şu dizelerinde daha yalın ifadesini buluyor:

Kim girebilir kim girebilir kim girebilir
Benimle ölümün araşma.

Celâl Sılay'la ölümü arasına kimsecikler girmedi, giremezdi de, senin benim onun bunun ölümüyle, ölümümüzle aramıza kimseciklerin giremeyeceği gibi. Bir özel sorun şu ölüm, daha dünyaya gözümüzü açar açmaz, önce reflekslerle, sonra aklımızla korunmaya çalıştığımız, Celâl Sılay'ın deyimiyle, gece gündüz, can evimize düpedüz kastederek üzerimize gelen, elimiz kolumuz bağlı beklediğimiz, vakti saati belli olmayan ölüm. Herkeslerin başına, er geç gelecek, kaçınılmaz bir alınyazısı. İnsanların tek başlarına karşılamak zorunda oldukları bir deney. Herkes onu, kendinde, sağdan soldan, eşten dosttan hiç, ama hiç yardım görmeden, göremeden deneyecek, denemek zorunda kalacak. Dünya kuruldu kurulalı milyarlarca insanın, tek başına, böylesi bir deneyden geçtiğini düşününce, avunabilir insan. Bir Yunan filozofu, ben yaşıyorsam ölüm yok, yaşamıyorsam ölüm var demektir, diyerek ölümün korkulacak bir şey olmadığını anlatmak istiyor bize. Gel gör ki, Dağlarca'nın deyimiyle, sığdıramıyor kimse onu içine. Başkaları ölebilir ama, ben nasıl ölebilirim? diyor. Yaşayan, yok olup gideceğini, karanlıklara karışacağını uzak bir olasılık, olasılıkların en uzağı sayan, saymamak elinden gelmeyen, saymasa çıldırması, canına kıyması gereken insan var ya, yani sen ben o, biz zavallı yaratıklar, ölümü, istesek de istemesek de, kendimizi bildik bileli, düşünmezlik edemeyiz, edemiyoruz, edemeyeceğiz de.

İki ölüm gördüm ben, yakından. Biri Orhan Burian'ın annesinin ölümü, öbürü de kendi öz anamın ölümü. Birincide, yakının uzağı, uzağın yakını bir ilgiydi içimi kavuran. Ölüm döşeğinde yatıyordu Orhan'ın anası. Bitişik odada, sofra başında yemek yemeğe çalışıyorduk güya, yaşamın kaçınılmaz yeme içme görevlerini yerine getirerek. Birden, bitişik odada, süreli hırıltılarla yaşayışını sürdüren o güzelim insanın son soluğu, boğuk bir sesle sona eriverdi. Korkunç bir titreme, bir ürperişle sarsıldı sofra. Lokmalar boğazlarda düğümlendi. Bir çaresizlik rüzgârı esti, içten kopan korkunç bir acının yüzlerimize yansıyan derin çizgilerini daha bir derinleştirerek. Sofradakiler oldukları yere çivilenmişlerdi sanki. Sonra nasıl oldu bilmem, biri bir tülbent sıkıştırdı elime. Ölünün yanına gitmek bana düşüyordu. Gözleri açıktı Orhan'ın annesinin, sevgili annesinin. Tülbentle çenesini bağladım, ellerim titreye titreye, gözlerimde birbirini izleyen yaş perdelerini önleyemeyerek. Sönüvermişti Orhan'ın annesi "kişisel, özel" bir sorunun çözümünde tek başına.

Anamın ölümü daha bir başka oldu. Başı uçundaydım. Bir elim o güzelim alnında, bir elim soğumaya yüz tutan elindeydi. Dr. Bülent, bu seksenlik, görmüş geçirmiş bedeni dünyaya bağlamak için inanılmaz bir çaba harcıyordu. Ciğerleri parçalanırcasına üç geniş soluk alıp verdi anam, üçüncüsünde, korkunç bir hırıltıyla sönüverdi. Elim elindeydi ama, o tek başınaydı yine de. Ölüm denen o karanlık serüvene tek başına çıkıyordu.

Bütün bunları yazışımın nedeni şu: Celâl Sılay, ya da bir başkası, sevdiğimiz bir insan, sevdiğimiz olmasa da, yakından uzaktan tanıdığımız, selamlaşsak da selamlaşmasak da, Tanrı'nın her günü mahallede, otobüste, vapurda, dolmuşta beş on dakika yan yana dirsek dirseğe geldiğimiz, saçı sakalı, pantolonu eteği bluzu gömleği ile yaşamımıza giren, farkında olmadan yaşamımızın bir parçası olan, oluveren herhangi bir kimse, eşinden dostundan uzakta, tek başına öldü mü hayıflanıyor, kahroluyoruz ya. İşte, bu kahrolmanın, hayıflanmanın hiçbir gereği olmadığını söylemek istiyorum. Ölüm bir gerçektir, hem de gerçeklerin en gerçeği. Hayat ne denli bir gerçekse, ölüm de o denli bir gerçek. Hem de insanların, yapayalnız, tek başlarına karşılaşıp hesaplaşacakları bir gerçek.

Gençliğe, hayat dolu gençliğe ölümden söz etmek, irkiltebilir, irkiltmiştir de nice insanı. 1950 yılında, Yücel dergisinin Şubat sayısında, Geçmiş Zaman Olur ki adlı bir yazım yayınlanmıştı. O yazıda, Cemal Nadir'le birlikte, Hüseyin Rahmi'nin evine gidişimizi anlatıyordum. Hüseyin Rahmi de, Cemal Nadir de, çoktan göçüp gitmişlerdi dünyamızdan. Ama, Hüseyin Rahmi'nin oturma odasına astığı, Hayattan Sayfalar adlı eseriyle ilgili şu sözler üstünde durmuş ve karamsar bir sonucu varmıştım: "Her şey esassız, yalan; yalnız ölüm gerçek ve katı."

Çok sevdiğim bir dostum kınamıştı beni o zaman, yaşam gibi bir gerçek dururken ortada, ölümden söz etmenin ne anlamı var diye. O gün bugün düşünmüşümdür hep, dipdiri yaşarken, her gün, her an, her saat yaşam kavgası verirken, yaşama sımsıkı bağlanıp, insan mutluluğu yönünde yeni yeni atılımlara kendimizi adamışken, bir yokluk, bir sonluluk, bir karanlık sonluluk söz konusu olabilir mi, diye. Ama bugün altmışını geçmiş bir insanın ruhsal durumu içinde, hiç de yanlış bir şey söylemediğimi anlıyorum. Ölüm, bir gerçektir, hem de gerçeklerin gerçeği.

Öbür dünyaya inananlar için ölüm, bir kurtuluş, bir yeniden doğmadır aslında. Günahı sevabıyla, tartılardan geçip, ahret mutluluğuna erişmeye götürür ölüm o insanları. Ama, öbür dünyaya inanmayanlar için ölüm, bir hiçlik, bir yok oluştur. Toprak altında çürüyüp, kurtlara böceklere yem olmaktır düpedüz. Dünyayı sevip, dünyadan başka dünya olmadığına inananlar için ölümü örtbas etmek bir çıkar yol mudur, sorarım size!

Ben ölümün, bir gerçek, hem de gerçeklerin en katısı olduğuna inanıyorum. Ölümden korkmuyorum diyenlere de kuşkuyla, hayretle bakıyorum.

Konumuz Celâl Sılay'dı, değil mi? Dönelim ona.

Celâl Sılay'la ölümü arasına kimseler giremedi, giremezdi, demiştim, senin benim onun bunun ölümüyle kimseciklerin araya giremeyeceği gibi.

Ama, Celâl Sılay'la yaşamı arasına neler girmişti, onu araştıralım. Celâl Sılay'ın bütün eseri, "insan dilinde dünyanın feryadıdır" diyebilirim. O feryat, onun deyimiyle bir "beyaz hayret"te özetler kendini.

Celâl Sılay, bir yalnız adam, aydın olarak "köşe tutmaz" bir insandı ve öyle kaldı. Köşe tutmak, onun için, bir kesinlik demekti. Kesinlikse, usun aklın bir utancıydı. Bu utanç, Celâl Sılay'ı, ışığını sömürdüğü için güneşten, özünü tükettiği için havadan sudan, etini yediği için hayvandan özür dileyecek kadar inceliklere sürükleyebilmişti.

Ona göre, dünya bir bütündür. Güneş bir tanedir. Ama, nasıl anlatırsın onun bir tane olduğunu, Çinli ihtiyara, Lehli gence ve bilmem kime. Dünya bir bütündür ama, insanlar birbirine yabancıdır. Diz dizeyiz, dirsek dirseğeyiz ama, yine de ayrıyız birbirimizden. Yalnızız, yapayalnız. Vapurdan çıkanlar "bir bir" olurlar, sevgilinin diş ağrısını duymayız, duyamayız. Çünkü, yalnızız, beraberliğimiz içinde bile.

Oysa, bir uzun insan kuşağı dönmektedir ortada. "El ele kol kola dudak dudak / Sarılmış bir ucundan öbür ucuna dünyanın."

"Her rahimde aynı analık" varken, "çıkar çıkmaz bir ayrılıktır başlar. Yalnızlık yaşamda boy verir, ölümde son bulur.

İşte, Celâl Sılay bu yalnızlığın, ölüme dek varan, ölümle süregelen yalnızlığın şairidir diyesim geliyor. Bu yaşamla ölüm arasında oluşagelen yalnızlık içinde sürer Celâl Sılay'ın çilesi. Bu çileyi kimler oluşturur insanlardan başka?

Bir gece sabaha kadar düşündüm
Yetmez elbet ne gün ne sene
Bir gece sabaha kadar düşündüm
İnsanın insana kasdi ne?

İnsanın insana kasdi değil mi, toplumdaki bütün düzensizliklerin, haksızlıkların nedeni? Ama, Celâl Sılay, inmez bu haksızlıkların kökenine. Sade beyaz bir hayret'le bakar dünyaya, üzülür, kahrolur, nedenini araştırmadan. Tutunacak bir yer arar. İnsanlara güvenemez. Çünkü, insanlar kaypak, insanlar yalnız ve çaresizdir:

İnsan insan dolaşıyorum
Kime başvursam nafile.

Bunca çaresizlik içinde:

Rabbim bir ağaç eyle beni
Bir yere tutunayım belli ve emin
Bir yere tutunayım senden gayri
Kimsenin itmediği
Kakmadığı

der. Bir duygusuz, bir bilinçsiz ağaç olma pahasına arar Celâl Sılay, bir durağanlık, bir kararlılık anını. Oysa, durağanlık, hayatın yok oluşu demektir, yani ölüm demektir. Acaba Celâl Sılay, bir ağaç olmanın, güvenilir bir yere bağlanmanın özlemi içinde, o yapayalnız yaşamının yürekler acısı sıkıntısından kurtulacağını mı umuyordu? Hayatta yapayalnız, ölümde yapayalnız olmak mıydı kaderi, dersiniz?

Ölüme yapayalnız, tek başına gidilir ama, hayatta yapayalnız kalmamız bir alınyazısı değildir. Yalnızlık Tanrı'ya özgü, derler. Beraberlikse insanlara özgüdür. Ölüme yalnız gidiyoruz, kabul. Ama, belli bir amaç, bir haklı kavga, bir insanca yaşama kavgası sürdürüldükçe, insanlar yalnızlık duygusunu yenip, ölüme yalnız gitmenin korkusunu ve gerçeğini ikinci plana itebilirler sanıyorum.

 

Vedat GÜNYOL
Çalakalem, İş Bankası Yayınları, 1999